SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN İLE RÖPORTAJ Vefatının 100. yılında hakkında bir eser kaleme aldığım Sultan II. Abdülhamid Han’ı, bugün vefatının 103. Sene-i devriyesinde tekrar rahmetle, minnet ve şükranla anıyoruz. Rabbimiz..
Vefatının 100. yılında hakkında bir eser kaleme aldığım Sultan II. Abdülhamid Han’ı, bugün vefatının 103. Sene-i devriyesinde tekrar rahmetle, minnet ve şükranla anıyoruz. Rabbimiz razı olsun ve mekanı cennet olsun…
Efendim! Bu eseri yazarken hatıralardan yola çıkarak, Padişah II.Abdülhamid ile bir de röportaj yapmıştım. Değerli okuyucularımın bu bölüm çok dikkatlerini celbetmiş olacak ki, yüzlerce beğeni ve sitayiş yüklü mesajlar aldım. Hatta: “Hocam! Kitabı hiç yazmayıp da,sadece şu söyleşiyi yapsaydınız bu bile yeter artardı” diyenler pek çok oldu.
Şimdi bu ilginç röportajdan bir özet takdim ediyorum.
Uzun yazıya sabredemeyenler benim sadece birkaç sorumu ve Sultan’ın cevaplarını okuyup malumat sahibi olabilirler.
Padişah’a çok özel sorular da sordum.
Bugünkü Boğaziçi Üniversitesi arazisinin nasıl Robert Koleje verildiğini sordum.Jöntürkler hakkındaki fikrini sordum. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) hakkında ne düşündüğünü sordum. Kendisine niçin Kızıl Sultan dendiğini sordum. Her sorumu gayet net olarak cevapladı. Bu ilginç soruların cevaplarını merak edenler, tamamı kitapta olan röportajın özetini buradan okuyabilirler.
Selam,sevgi ve muhabbetle….
Mustafa TURAN: Hünkârım! Biz çocukluğumuzda size düşman olarak yetiştirildik. Ben üniversitede Tarih okuyunca sizin gerçek değeriniz ile dehanızı idrak ettim. Hatıralarınızdan da çok istifade ettim. İlk sorum şu: “Hatıralarınızı niçin kaleme alma gereği duydunuz?”
II. ABDÜLHAMİD HAN:“Sultan Hamit, otuz üç yıl, dünyanın gözü önünde yaşadı. Ne yaptıysa, ne ettiyse, herkes gördü, herkes kendisine göre değerlendirdi. Ben, yanlış anlaşılacağım için bunları yazmıyorum; tarihe kolaylık olsun diye yazıyorum. Ne ben, ne onlar tarihi değiştiremeyiz. Tarih hükmünü verecektir. Fakat onların (İttihatçıların) bu korkuları, kendilerini daha bugünden ele vermiş oluyor. Rabbim insanları, kendi vicdanları ile cezalandırmasın!.. Bu, cezaların en büyüğüdür! 33 yıllık saltanatımda öyle hadiseler geçmişti ki, bunların iç yüzünü yalnız ben biliyordum; veya benim çevremde bir kaç kişi..
Ben yazmaz, onlar söylemezlerse, tarih bu hakikatleri nereden öğrenecekti. Fakat bugün, ülkemin içine düştüğü faciayı görüyorum. Ordumuz bozgun halinde payitahta (başkent) çekiliyor. Bütün İmparatorluğu, bir daha ele geçmez şekilde kaybediyoruz. Bu mağlubiyetin müsebbipleri var, hainleri var, suçluları var, yardakçıları var… Bunlar kendilerini tarihin adaletinden, milletin husumetinden kurtarmak için beni suçluyorlar. «Bu yangını Abdülhamid bıraktı» diyorlar. Koskoca bir ülke kaybetmenin acısı içinde çırpınan vatan evlatlarına, her şeyi doğru görmeleri, doğru değerlendirmeleri için yazıyorum. Bir Osmanlı Padişahı ve Halifesine bomba ile kast eden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanperverlik sayan münevverleri görünce, kim olduklarını tanısınlar diye… Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına kast eden eli bombalı ırkdaşına «şanlı avcı» diyecek kadar hayâsız olmamıştır!
Ben elbette hakikatleri yazacağım. Kimseyi ne suçluyorum, ne kendimi müdafaa ediyorum, sadece hakikatleri yazıyorum. Her şey anlaşılsın, her şey bilinsin diye.. .
Allah’tan ve tarihten saklanacak bir şey yoktur!. Ne kadar saklansa, ne kadar örtülüp gömülse bir gün bütün teferruatı ile ortaya çıkar. Benim gibi, otuz bu kadar yıl Osmanlı Devleti’ni idare etmiş bir Padişah, kendisi için zehir gibi acı bir hakikat da olsa, bildiklerim ortaya dökmelidir.”
M. Turan:Alman devlet adamı Prens Bismarck sizin için :”Dünyada 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamid Han’dadır.” demişti. Gerçekten öyle mi? Siyasi dehanızın sırrını öğrenebilir miyiz?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Dostlarım beni, yumuşak başlı olmakla, düşmanlarım ise, zalim ve gaddar olmakla suçlar… Her iki taraf da yanılır.. Ben ne bir Yavuz Selim Han idim, ne de Yavuz Selim Han’ın ülkesi benim buyruğumdaydı. Ben, doğuştan merhametli bir insanım. Fakat devletin merhametle idare edilemeyeceğini de bilirim. Ne yaptıysam, yapabildiğimdir. Benim tarih huzurunda ve Allah huzurunda hiçbir tereddüdüm yok.
…Düşünüyorum. Vatanımın nereden nereye geldiğini düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, (benden sonra) on yılda bir avuç toprak haline geldi. ( 1908-1918) Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar?. Vatan elden gittikten sonra..
Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlı’nın bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti.
Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi!
Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde’ kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı.Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik.
Büyük devletlerarasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı (budur) …”
M.TURAN: II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle bazı yetkileriniz elinizden alındı. Fakat siz meclisin oluşan yapısı karşısında sarsılmıştınız. Çünkü meclisteki 256 milletvekilin sadece 127 si Türk, 139’u ise, Ermeni, Yahudi, Arap, Arnavut, Rum gibi Türk olmayan vekillerdi. Bu durum karşısında ne yaptınız?
II. ABDÜLHAMİD HAN: (Sadrazam Talat Paşa’ya dedim ki) : “Görüyorsunuz mecliste Türk mebuslarının sayısı, meclisin yarısı kadar bile değildir. Bu Türk mebusları arasında da elbette muhalifler bulunacaktır. Türk olmayanlar, sayılarını artırmak için ellerinden geleni yapacaklardır, Böylelikle ekseriyet onların eline geçince, Harbiye Nazırı Artin, Bahriye Nazırı Dimitri… Olabilir. Ermeni bir başkumandan ile Rum bir amiralle bu devleti nasıl idare edebilirsiniz? Hiç olmazsa, bu iki hayati makamı, devletimizin mahvolmasını isteyen bu insanlara, benim emrim olarak bırakmayınız…” (Ne yazıktır ki Balkan harbinde Türk dışişleri bakanı yine de bir Ermeni’ye teslim edilmişti.)
M. TURAN: Sultanım! Bir Tarihçi olarak beni yüreğimden yaralayan şey şudur: Sizin, tahttan indirildiğinize dair Mebusan Meclisi kararını getiren dört kişi arasında bir tek Türk yoktu. Bu, ittihatçıların sizinle ve bu asil milletle alay etmeleriydi. Bu 4 kişiden biri de sözcü Yahudi Emanuel Karasso idi. Sonra Filistin meselesi başlıyor ve sizden Yahudiler toprak istemeye geliyorlar. O zaman aranızda nasıl bir diyalog yaşandı?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Bana en çok dokunan; bir mason taslağı Yahudi’nin, tahttan indiriliş kararını tebliğ edişi olmuştur. (Esat Toptani’yi işaretle)Bunların arasından, kendisine fenalık etmemiş ve birçok fenalıklarına tahammül göstermiş bir Halife’ye, bir Padişah’a edepsizce: Seni Millet azl etti demeğe imkân ve kudret buldu. Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?
Azl olunandan çok, azl eden utansın. Allah’ın rîza’sından sonra, Halkın rizası gelir. Halkın rızası yoksa orada meşruiyyet yok demektir. Yeniden kurulan Mebusan Meclisi beni istemediğine göre, elbette saltanattan uzaklaşacaktım. Beni mahzun eden, saltanattan uzaklaşmak değil, reva görülen muameledir. Şeriata ve Mebusan Meclisi kararına boyun eğiyorum. Vicdanen müsterihim. Ancak 31 Martta patlak veren olaylarla uzaktan yakından hiçbir ilişiğim olmadı. Bunun iyice bilinmesini isterim. Milletim, sebep olanları arayıp bulmalı, cezalandırmalıdır. Osmanlı ülkesine yapılmış büyük kötülüktür. Bunu mülküme reva görenlerden huzur-u Rabbülâleminde de (Allah önünde) şikâyetçiyim!
Yahudi heyeti Filistini isteyince: “Türk imparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Ben canlı bir beden üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem.demiştim. İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır.”
M TURAN: Hakanım! T.C. nin kurucusu Atatürk sizin idare tarzınız için: “Abdülhamid’in idare tarzı azami müsamahadır (En büyük hoşgörüdür) Hele bu idare, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa” demişti. Devrinizde yetişmiş Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey için değerlendirmeniz ne olur?
II. ABDÜLHAMİD HAN:“Bizi müsamahakâr olmamakla itham edenler, ancak cehaletlerini ispat ederler… Hayatımın en karanlık günlerini bu devrede yaşadım. Hakikaten gazeteler, Çanakkale’de düşmanın durdurulduğunu, büyük zayiata uğratıldığını yazıyorlardı. Ben bir türlü bu haberlere inanamıyordum. Fakat İngiliz ve Fransız donanmasının Çanakkale Boğazı’nı zorladığı ve giremediği bir hakikatti. Çıkartma yapmaya muvaffak olmuş, ama ordumuzun karşısında mıhlanıp kalmıştı. Her vasıta ile cepheden haber almaya çalışıyordum. Muhafız Kumandanı Asım Bey’i sık sık Saray’a göndererek sahih malûmat almak için çırpınıyordum.
İşte bu sırada, Rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı.
Allah, devletime hizmeti geçenlerden razı olsun!
Mustafa Kemal Bey adında bir miralay (albay), Çanakkale’de İngiltere, Fransa gibi iki büyük devletin ordusunu ve donanmasını durdurdu, yüz geri ettirdi ya, bana lâzım olan odur! Muvaffakiyeti için dua ettim.”
M TURAN: Jön Türklerin bir kısmı Avrupa’ya kaçtılar. Sizin aleyhinize gazeteler çıkarıp gizli yollardan ülkeye sokup, el altından dağıttılar. Kaçarken beş paraları yoktu. Fakat sizin idarenizdeki bütün Osmanlı ülkesinde 125 gazete çıkarılırken, onlar Avrupa’nın 29 büyük şehrinde tam 160 gazete çıkarıyorlardı.
Peki, bu değirmenin suyu nereden geliyordu?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Evladım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati koskoca yeryüzünü gezip tozdukları halde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdat kanı ile sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleri ile batırdılar!..Ben Ermenilerin İstiklal sevdasına kapılmalarına şaşmıyorum, büyük devletler tarafından durmadan tahrik edildikten sonra. Fakat Avrupa’ya kaçıp, orada benim aleyhime gazete çıkaran bazı Jön Türklerin, Ermeni komiteleri ile işbirliği yapmalarına, hatta onlardan para almalarına hala şaşıyorum. Eğer aralarına nifak düşürmeseydim, işi nerelere kadar götüreceklerdi acaba? Onlar Abdülhamid’i yıkmadılar. Hayır. Osmanlı devletini böylece yıkmış oldular
Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hatta Almanlar ve Avusturyalılar yani bütün büyük Avrupa devletleri menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır; düşmandılar. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleri ile dalaşıyorlar, ama Osmanlıları üleşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu halde, bu düşüncede olan devletlerin, kendilerini arkalamalarından da mı bir mana çıkaramıyorlardı?
Fakat ben buna rağmen, kendileri ile ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bazı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesi ile büyücek yardımlarda bulundum, bazı kimselerin memlekete para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefeti yanlış da olsa namuslu kalsınlar diye!
M. TURAN: “Padişah, iç ve dış düşmanları bildiği ve tehlikenin nereden geldiğini sezdiği halde niçin bunlara göz yumdu, ya da önlemedi?” diye de size bir suçlama var. Gerçekten tedbir alınmadı mı?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Hâşâ! Göz yummak şöyle dursun, her an tetikte yaşadım. Fakat önleyemezdim, önleyemedim de.. Çünkü yalnızdım. Onların arkasında bütün düşman dünyası vardı. Mizacım ve şartlarım başka türlü olmama elverişli değildi. Yavuz Selim Han da benim zamanımda padişah olsaydı, o da benim gibi yapardı.
M. TURAN:Fransız Akademisi üyelerinden Tarihçi Albert Vandal, ilk defa sizin için “Le Sultan Rouge” ifadesini kullandı. İttihatçılar da size Kızıl Sultan diyorlardı. Bu iftiracılar için ne diyeceksiniz?
II. ABDÜLHAMİD HAN: (Tekrar ediyorum) Benim onlarla hesabım Ruz i mahşerde olacaktır.
M TURAN: Sultanım! Ecdadınızın ilk yerleşkesi Söğüt’ü yeniden imar ettiniz. Osmanlı ülkesinde Bilecik yöresine bu derece önem vermeniz ve muhafızlarınızı onlardan seçmeniz, onlara bu denli güvenmenizin sebebi nedir?
II. ABDÜLHAMİD HAN: (Çünkü) onlar benim özhemşehrilerimdir.”
Mustafa TURAN: Kızınız Ayşe Sultan, Selanik’te başlarına gelen bu müsıbetin sizin Meşrutiyeti ilan etmemenizden kaynaklandığını düşünerek: “Ah Efendimiz! Bir an evvel şu meşrutiyeti keşke vermiş olsaydınız” demişti. Peki kızınıza bu durumu nasıl izah ettiniz?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Kızım, siz de mi yanlış düşünüyorsunuz? Ben daima meşrutiyet taraftarı idim. Hatta padişahlığımın ilk zamanlarında o zamanki idarecilere bunu kabul ettirmek için ısrar etmiştim. Sonradan bunu kaldırmamız, milletin çok büyük zararlara uğrayacağı anlaşılmasından dolayı idi.
Maazallah devletimizin dağılmasına ramak kalmıştı. Beni Meşrutiyet taraftarı olmamakla itham edenler emin olsunlar ki, yanıldıklarını anlayacaklardır. Kızım, bunu iyi biliniz ki, bu İkinci Meşrutiyet’i kendi arzumla verdim. Eğer mani olmak isteseydim, yapacak şeyi de pekala bilirdim. Esasen meşrutiyetin ilanından önce bütün devletlerin kanun-i esasiyelerine malik olmak, meşrutiyeti bu suretle ilan etmek istiyordum. Ne yapalım. Allah nasip etmedi. Benim en büyük kabahatim saltanatımın uzun sürmesidir. Halk, uzun müddet padişahlık edenleri sevmez.”
M TURAN: Huzura çıkıp küstahça, “Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz?” diyen İngiliz Büyükelçisine tepkinizi nasıl göstermiştiniz?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Filan gün, filan saatte Karadeniz’in filan noktasına yaklaşıp, karaya Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacı Ermenilere teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz…
Siz burada yabancı bir devletin temsilcisi misiniz, yoksa beni murakabe etmeye memur bir fevkalade komiser mi? Huzurdan çıkınız ve bir daha böyle mevzular üzerinde benden görüşme istemeyiniz! Aynı hareket, İngiltere’de yapılsa acaba yapana nasıl bir ceza verirdiniz diye sormaya lüzum görmüyorum!”
(Dikkat: Dün Ermenileri silahlandırıp üzerimize salan batasıca Batı devletleri, 100 yıl sonra bugün de PKK, PYD, DEAŞ ve FETÖ gibi terör örgütlerine her türlü desteği verdikten sonra silahlandırıp üzerimize salmaktadır. Ne dün ne de bugün değişen fazla bir şey yok. Gâvur her zaman ve her zeminde gâvurluğunu yapmaktadır.)
M TURAN: Kızınız Ayşe Sultan sizi anlatırken; “Babam, milletini delicesine severdi. (Mehmetçik) sözünü kullandığı vakit öz evlatlarından bahsediyormuş gibi yürekten sevgisi derhal yüzünden okunurdu.Vatan! Vatan! Babam bunu bizlere ne kadar çok söylemişti”diyor. Siz Yahudilere de “Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen toprak, para ile satılamaz” demiştiniz. Oysa Ahmet Vefik Paşa, idarede bulunduğu sırada, hemen boğazın Avrupa yakasındaki Rumeli Hisarının üst tarafına, Amerikalı misyonerler tarafından Robert Koleji yaptırılması için, arsa tahsis etmişti. Paşa’nın, “Beni Eyüp Sultan mezarlığına gömün ki, o büyük sahabiye komşu olayım” vasiyetini siz yerine getirmediniz ve onu sattığı kolej arsasının önündeki Rum mezarlığına gömdürdünüz. Niçin?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “Protestanlara arsa(toprak) satan adam, kıyamete dek onların çan sesini dinlesin”
M TURAN: Siz ehliyete, dirayete ve liyakata göre insanları kendi alanlarında istihdam ederdiniz. Disiplinli ve düzenli çalışmaya azami özen gösterir ve devlet işlerinde ihmali, ya da düzensizliği, dağınıklığı hiç hoş görmezdiniz. Bu konularda hiç toleransınız yok muydu?
II. ABDÜLHAMİD HAN: “İnsanda sehiv (yanlışlık) olmaz, sehiv ya kasten olur yahut dikkatsizlik neticesinde meydana gelir. Kasten yapılan yanlışlıklar büyük ve çirkin bir suçtur. Dikkatsizlik neticesinde meydana gelen hataların kabahati o dikkatsizliği yapan kişiyedir. Dikkatsizlik mazeret sayılabilir mi?”
M. TURAN: Reşat Ekrem Koçu sizin için: “Okumaktan zevk alırdı. Bilhassa Türkiye Tarihi’ni çok iyi bilirdi”diyor. Kitapla dostluğunuz nasıldı efendim? Bir sorum daha olacak. Siz insanın elindeki parmaklarına bakarak cinayete meyyal olup olmadığını nasıl tespit ediyordunuz?
II. ABDÜLHAMİD HAN:“Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başka taraflara sevk edip düşüncelerimi defetmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum. Bir İngilizce kitabın tercümesini okumuş idim. Çünkü vaka-yı cinaiyeye (cinayet vakalarına) merakım vardır. O kitapta canilerin ekserisinin başparmağının ucu şahadet parmağının ortadaki boğumunu geçiyor, çok uzun oluyor. Elleri yabani bir hayvan pençesi şeklini alıyor diye görmüş idim. Merak bu ya, o zaman emrettim. Hapishanelerde ne kadar kanlı katil varsa hepsinin fotoğraflarını aldırdım. Filhakika başparmak hemen hepsinde uzun idi. Hem de her şeyi benziyor. Lakin eller her şahısta başka şekilde oluyor. Avrupa’da bundan bi’l-istifade canilerin resimlerinden bi’t-tatbik erbab-i ceraimi (suçluları) yakalıyorlar gibi hikâyelerde bulundu.”
M. TURAN: Sultanım! Batı ile çok ince bir diplomasi yürütüyordunuz ki, bu durum sizin siyasi dehanızın göstergesiydi. Avrupa devletleriyle siyasi alandaki ilişkilerinizin temel felsefesini sorsam ne dersiniz?
II. ABDÜLHAMİD HAN:“…Tecrübelerim şu noktada toplanmıştır. Milletlerin birbirlerine karşı politikaları daha çok kendi memleketlerinin şartları tayin ediyor. Alman İmparatoru II.Wilhelm, Osmanlı-Alman dostluğundan söz ederken bana, “Biz sizden vazgeçemeyiz” demişti… Rusya da bizden ebediyen vazgeçmez; İstanbul ve Boğazlar bizim olduğu müddetçe… Osmanlı hudutları içinde yaşayan diğer ırk ve milliyetlerle Avrupa devletleri ya din ve ırk benzerliği veya siyasi menfaat itibariyle alakadardır… Bunlar bilinmeden harici siyasetin devamlı harpler ve ihtilaflara yol açmadan devamı mümkün değildir…
M TURAN: Şevketlü Hünkârım! Size düşman olanlar daha sonra sizi mumla aradılar ve pişmanlıklarını dile getirdiler. Siz, size ve dolayısıyla bu aziz millete düşmanlık edenlere özellikle de ittihatçılara hakkınızı helal ettiniz mi?
II. ABDÜLHAMİD HAN:“Ben dinimi, milletimi ve vatanımı düşündüm. Bu sebeple de çok düşman kazandım. Kendimi düşünmüş olsa idim, safalar içinde vakit geçirirdim. Allahım; bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın senin hesap gününde davacıyım. Allah bu hallere sebep olanları kahhâr ismiyle kahretsin.
Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular. Benim onlarla hesabım Ruz-i Mahşerde görülecektir. Allahım helal etmiyorum!
Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum!
Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanümanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili’nin (SalAllahu Aleyhi ve Sellem) yolunda yürüdüğüm için beni bu hale getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!
Mustafa TURAN: Devrinizde yaptığınız devasa hizmetleri anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Sonuç olarak şimdi bütün bu röportajı 10 maddede özetlemek mümkün müdür desek ne dersiniz?
II. ABDÜLHAMİD HAN:
1-Beni evhamlı sanıyorlardı. Hayır. Ben sadece gafil değildim, o kadar.
2-Kırk yıl şu (Avrupa) devletlerin birbirine düşmesini bekledim. Onlar birbirlerine düştü, şimdi ben tahtta değilim.
3- Tarih değil, hatalar tekerrür ediyor! Ben bozulduğu zaman yedek parçası memleketimizde imal edilmeyen makineyi kullanmak istemem.
4-Düşmanının kurtuluş reçetesi öldürmek içindir. Esaretin bir çeşidi de borçlandırmadır.
5-Millet birbirini kırıp geçireceğine bırakın beni öldürsün. Ha kendi evlatlarım, ha millet farkı yoktur.
6-Savaş yalnız sınırlarda olmaz. Savaş bir milletin top yekun ateşe girmesidir. Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi, yenilgi kaderdir.
7-Ben bir karış dahi olsa vatan toprağını satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir!
8.Ben dinimi, milletimi ve vatanımı düşündüm. Bu sebeple de çok düşman kazandım. Kendimi düşünmüş olsa idim, safalar içinde vakit geçirirdim.
9.Bizi yükselten dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır.
10.İcabı halinde donanmayı kaybetmemek için canımı vermeye hazırım.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)